Thursday, July 21, 2011

Türkiye'de Üniversite-Sanayi İşbirliği (in Turkish)

 NOTE: This article was first published in the special edition of  "İşveren" Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Yayın Organı, June 2011 on University-Industry Relations

GİRİŞ:  Üniversite- sanayi işbirliğinin iyi uygulandığı ülkelerde bu süreçlerin makro ölçekte ülke ekonomisi, rekabet gücü ve teknoloji-inovasyon tabanlı ekonomik gelişmeye katkısı olarak, mikro ölçekte ise şirketlerin rekabet gücü ve fikri mülkiyet portföy yapılarına önemli gelir kalemleri olarak yansıması ve akademik dünyada ise uygulamalı araştırmanın ürüne dönüşerek üniversitelerin araştırma fonlarına destek olduğu, yeni mezun ve hocaların teknoloji tabanlı şirketler kurmak yolu ile yatırım çektiği ve istihdam yaratığı, girişimciliği desteklediği ve genel olarak güçlü bir ekosistem yaratığı rahatlıkla gözlemlenebilecek bir gerçek olmuştur.
Bu arada teknoloji dünyasına gelişen muazzam değişiklikler, küreselleşme ve bu çerçevede özelikle uzak doğu Asya’dan çıkan yeni oyuncular göz önüne alınmalıdır. Ülkemiz gibi gelişen ekonomilerde, özelikle sistematik, kavramsal ve hukuksal altyapı eksikliklerin tanımlanarak orta ve uzun vade de makro stratejileri ile eşgüdümlü yeni model arayışlarına odaklanılması gerekmektedir. Bu bağlamda, kamu-üniversite- sanayi üçgeni içinde bulunan aktörlerin makro ve mikro amaçlar çerçevesinde bilgi paylaşarak fikri mülkiyet hakları yönetimi yerine güncel dünya ya daha uygun olan entelektüel varlık yönetimine odaklı ortak bir platform da işbirliğinde bulunarak yüksek katma değer üretecek teknoloji tabanlı inovatif süreçleri hayata geçirmedikleri takdirde teknolojik açıdan gelişmiş ülkeler ile aramızdaki fark giderek açılacaktır.
Genel olarak Üniversite-Sanayi işbirlikleri ve teknoloji transfer süreçleri
Üniversite- sanayi işbirliğini (“ÜSİ”), bu yazının ana amaçları çerçevesinde, üniversitelerdeki uygulamaya yönelik ya da uygulama potansiyeli yüksek araştırma çıktılarının sanayideki stratejik ortaklar ile işbirliği kapsamında sanayide uygulamaya dönüşümü olarak tanımlayabiliriz. Üniversite sanayi işbirliği için değişik modeller var olsa da bu makale kapsamında bu işbirliklerinin nihai çıktılarından birisinin stratejik anlamda üniversiteden sanayi ye bir teknoloji ve/veya bilgi transferinin oluştuğu yönünde değerlendirmek gerekir.
Pratik anlamda üniversite sanayi işbirliğinin dünyada 200 yılla yakın bir geçmişi vardır. Bu stratejik ve akademik işbirliğinin geçen bu uzun süre sarfında çıktılarına baktığımızda “bilgi paylaşıldıkça büyür” prensibini desteklediği ortadadır. Özelikle son 30 senedir üniversite sanayi işbirliklerinden önemli katma değeri çok yüksek inovatif teknoloji ve ürün piyasaya çıkarak ABD de başta olmak üzere bilgi temelli ekonomik ekosistemlerin oluşmasında önemli yer oynamıştır. Genellikle batıdan ve daha ziyaden ABD den örnekler ve modeller konuşulsa da, 50 sene öncesine kadar üretim gücü düşük, tarım tabanlı bir ekonomi olan Kore ekosistemin dünyada teknoloji liderliğine oynayan, küresel rekabette yüksek katma değerli ve rekabet gücü ileri teknoloji inovasyon sunan modern bir ekonomiye dönüşmesinde Kore hükümetinin üniversite sanayi işbirliğine verdiği önem hiç şüphesiz kritik bir rol oynamıştır.
ABD örneğinden devam edersek, ABD de ÜSİ geçmişini Abraham Lincoln’un 2 Temmuz 1862 senesinde imzaladığı Morrill Act (7 U.S.C ss 301) dayandırabiliriz. Morrill Act’ın konumuz ile ilgili en önemli kısmı bu kanun amacında ve dolaylı neticelerinde yatmaktadır. Kanun her şeyden önce yüksek eğitimi demokratik[1] bir yapıda toplum tabanına açmak ve kanunda tanımlanmış stratejik sektörlerde (tarım ve mühendislik) pratik çıktılara yönelik eğitim programları geliştirilerek eyaletlerin kalkınmasına temel oluşturması amaçlanmıştır.
Morrill Act'dan sonra başka bir kanun, Bayh-Dole Act (35 U.S.C ss 200) üniversitelerde devlet teşvikli ar-ge’nin fikri mülkiyet çıktılarının mülkiyetinin üniversitelere vermiştir. Bayh-Dole  ÜSİ aktivitelerine çok önemli bir ivme vermiş olup ABD deki üniversite sanayi işbirliği neticesinde senede 3.5 milyar ABD dolarlı büyüklüğünde lisans getirileri oluşmuştur. Bu çerçevede, yine ÜSİ kapsamında senede 600 den fazla yeni ürün piyasaya çıkmakta olduğu gibi ABD üniversitelerinde sanayi destekli ar-ge bütçelerinde muazzam bir yükseliş gözlemlenmiştir.[2]
Aynı tarihlerde, Stevenson-Wydler Technology Innovation Act (15 U.S.C. s 3701)(1980) özelikle giriş bölümünde teknoloji ve inovasyonun geliştirilmesinin ABD vatandaşlarının ferah düzeyinin yükselmesinde merkezi bir rol aldığına, ABD’nin bu konularda dünyadaki rakiplerine göre geride kalmakta olduğuna, önemli buluşların ve bilimdeki önemli gelişmelerin üniversite ve araştırma merkezleri menşeli olduğuna ve bu birikimin uygulama olarak ekonomide katkıya dönüşmesi adına ÜSİ’nin desteklenmesi ve güçlendirilmesi gerektiğinin özelikle altı çizilmiştir. Aynı bölümde endüstriyel ve teknolojik inovasyonda KOBİ’lerin oynadığı önemli role özelikle atıfta bulanarak kritik ve doğru bir tespitin altı çizilmiştir.

ABD de olduğu gibi, ÜSİ ile ilgili Avrupa ve Asya’dan örnekler vermek mümkündür. Ülkemiz de ÜSİ’ye yabancı değildir. Ancak Türkiye deki USİ boyutlarına daha da önemlisi böyle işbirliklerinin gerek üniversite gerek sanayi nezdinde ki stratejik gerekçeleri bu işbirliklerinden beklenen çıktı ve bu süreçlerin yönetimine baktığımızda Türkiye’deki ÜSİ’nin gerek algı, gerek süreç olarak olması gereken seviyenin çok altında olduğu açıktır.

Ayrıca, son yıllarda dünyada ar-ge ve inovasyona yeni bir bakış gelişmeye başlamıştır. Sanayi devleri kendi bünyelerinde geliştirdikleri ar-ge büyük ölçüde kısmaktadırlar. Bu şirketler kendi bünyelerinde tutukları ar-ge süreçlerinde paylaşımcı bir yaklaşım olarak “open innovation” –açık inovasyonu gittikçe daha çok benimsemektedirler. Diğer ar-ge süreçlerinin girdilerini ise şirketin stratejik amaçları kapsamında üçüncü taraflardan ve özelikle uzmanlaşmış KOBİ'ler ve üniversitelere bakmaya başlamışlardır. Bu yaklaşım üniversiteler nezdinde uygulamaya yönelik araştırmalar ile ÜSİ çerçevesinde teknoloji transfer aktivitelerinin daha da büyüceğine işaret etmektedir. Dolayısıyla, ülkemizdeki ÜSİ süreçlerinin, sanayinin beklentilerinin ve üniversiteler nezdinde teknoloji transfer yönetimin çok hızlı bir evrimden geçerek ekonomik olarak rekabet etmek istediğimiz birinci dünya ekonomileri seviyesine gelmesi gerektiği gerçeğini bize bir defa daha hatırlatmaktadır.

Akademi ve sanayi: Ortak dil, ortak amaç?         

USİ süreçlerinde dünyadaki en başarılı modellerde bile yaşanan bir problem vardır. Bu problem, temelde üniversiteler ile sanayinin ana misyon olarak birbirlerinden uzak noktalarda konumlanmalarından kaynaklanmaktadır. Özetle, bu temel fark, işbirliğin iki baş aktörü olan sanayi ile üniversitenin aynı dilli konuşmamalarına sebep olmakta olup verimli işbirliklerinin hayata geçmesinin genellikle uzun, zahmetli ve tarafların sabrını test eden müzakere süreçleri ile neticelenmektedir. Dünyadaki başarılı örneklerde üniversitelerin şirket bakış açılarına yakın teknoloji transfer yöneticileri kullandıkları, bu süreçlerdeki müzakere ve bürokratik süreçleri minimuma indirmiş şeffaf süreçleri benimsidekileri ve yaklaşımda sürdürebilirlik sağlamak adına detaylı teknoloji transfer prensipleri benimseyerek sanayi ortaklarına bu prensipleri ve arkasındaki gerekçeleri anlatarak bazı olmazsa olmaz temel ilkelerinin yanında esnek modeller kurguladıkları görülmektedir.
Ø  Misyon farkı: Temel olarak Üniversiteler her şeyden önce eğitim kurumlarıdır. Bu çerçevede üniversiteler misyonlarını i) öğrencilerini eğitmek ve; ii) öğretim görevlilerinden bilimsel araştırma yapmalarını bekleyerek yerine getirirler. Hocaların yaptığı araştırmaların akademik yayına dönüşmesi ise hem üniversitelerin hem de hocaların başarı ölçeklerindeki en önemli ölçütlerin başında yer almaktadır. Öte yandan, şirketlerin temel misyonu şirket ortakları ve hissedarlarına kar gösterebilmektir. Şirketlerin ana sorumluluğu her şeyden önce hissedarlara yönelikken üniversitelerin yükümlükleri öğrenciler, mütevelli heyetleri ve genel olarak toplum olarak tanımlanması daha zor ve geniş bir tabana yayılmaktadır.
Ø  Temel bilim vs uygulamalı bilim:  Üniversite sanayi işbirliği üniversiteler içinde de ayrıca tartışılmaktadır. Üniversiteler ticari açıdan üniversiteye olası getirisinin sıfıra yakın olduğu ancak genel olarak insanlığın bilgi seviyesini yükseltecek temel bilimlere mi yönlenmelidir? Yoksa ticari getirisini yüksek olduğu kanıtlanmış uygulamalı bilime mi yönlenmelidir? Bu tartışma hala gündemde olmakla beraber, başarılı teknoloji transfer modellerinde görülen yaklaşım temel bilim de yapılan çalışmalar ile desteklenen farklı uygulamalı araştırma merkezleri olmuştur.  Biraz daha felsefi olan bu tartışmanın yanında üniversitelerdeki araştırmalar sanayinin ihtiyaçlarına göre genellikle daha erken aşama çıktılar üretmektedir. Patent ile koruna bir teknolojinin bile çoğu zaman sanayi seviyesinde uygulamaya hazır değildir. Dolayısıyla ÜSİ erken aşama teknolojiler ile sanayiye uygulanabilir teknolojik çözümler arasındaki boşluğu dolduracak önemli bir araçtır. Ancak, kar amaçlı kurumlar olan şirketler çoğu zaman bu geliştirme maliyetinin ve riskin altına girmek istemeyecekleri için üniversite teknoloji transfer ofislerinin (“TTO”) bu süreci sanayi için olabildiğince “acısız” hale getirmeleri gerekir.
Ø  Hangi dilli konuşuyoruz?:  Yukarıda da bahsedildiği gibi, çoğu zaman ÜSİ’de tarafların misyon/vizyon bakış açısının farklı olmasından ortaya çıkan temel bir problem tarafların aynı dilli konuşmakta zorlandıkları olmuştur. Bu problem gerek sanayi de, gerek de üniversitelerde entelektüel varlık yönetimi ve stratejik işbirliklerinde çok tecrübeli ve yetkin yöneticilerin bir meslek gurubu olarak yükselmesi ile bir yere kadar çözüm bulmuştur.  ÜSİ de iki tarafta diğer tarafın amaç, ihtiyaç ve beklentilerinin farklı olduğu bilincinde olarak masaya oturmaları gerekir.
Üniversite Sanayi İşbirliğinde Türkiye
Türkiye de Üniversite Sanayi işbirliği dendiğinde özelikle devlet teşvikli projeler kapsamındaki işbirlikleri öne çıkmakta. ÜSİ de başarılı bir teşvik programı olan Sanayi Bakanlığının SANTEZ programı sanayinin bir probleminin çözümü için sanayiciyi üniversitelere yönlendirmekte ve problemin çözümünün üniversite de bir doktora çalışması kapsamında bulunmasını öngörmektedir. Bakanlık SANTEZ projelerinde %75 lik bir hibe desteği öngörmektedir. Benzeri ve yeni bir destek programında TÜBİTAK’ın 1505-KOBİ yararına Teknoloji Transfer Destek Programıdır. 300.000 TL üst sınırı olan 1505 projelerinde SANTEZ de olduğu gibi %25 KOBİ-%75 kamu fonu prensibi kurgulanmıştır.  Bu başarılı örneklere rağmen kamu teşvikleri birbirleri ile etkileşim halinde çalışacak şekilde koordine edilmedikleri için karışıklıklara sebep vermektedir. Özelikle, aşağıda da değinildiği gibi kamu teşvikleri ile yapılan ar-ge’nin fikri mülkiyet çıktılarının mülkiyet hakları ile ilgili kabul görmüş genel bir prensip yoktur. Örneğin,  TÜBİTAK destekli projelerde fikri mülkiyet hakları başvurulan proje ve/veya taraflar arasında yapılan anlaşmalara göre, kurumda (TÜBİTAK), araştırmacıda veya üniversitede olabilir. SANTEZ projelerinde Sanayi Bakanlığı fikri mülkiyet haklarını tarafların kendi aralarında yapacakları bir sözleşme ile düzenlemeleri istemektedir. Bu çerçevede yukarıda atıfta bulunduğumuz ABD deki Bayh-Dole Act, özelikle kamu destekli projelerdeki fikri hakların mülkiyetini düzenleyerek o güne kadar süre gelmiş dağınık yapıyı düzene koymuş ve ABD deki ÜSİ’nin çok farklı bir boyuta gelmesinde önemli rol oynamıştır.
Devlet destekli projeler dışında ülkemizdeki ÜSİ genelde proje danışmanlığı ve/veya ortak ar-ge proje adları altında ortaya çıkmaktadır. Bu projeler genelde sanayi tarafından tanımlanmış bir problemin üniversite tarafından çözümlenmesi yolunu izlemektedir. Burada üniversiteler projenin çözümü için bir ya da birkaç öğretim görevlisinde toplanmış bilgi birikimini, bu hocaların zamanı ve üniversitenin teknik alt yapısı ile yüksek lisans öğrencilerinin zamanın ortaya koyar. Üniversite tarafından ortaya konulan bu imkânlar küçük bir kar payı ile hesaplanarak projenin bedelini oluşturur. Bu tarz proje sözleşmelerinde çoğu zaman projenin nihai çıktıları ve özelikle fikri hakların mülkiyeti ve korumaya tabi olabilecek fikri hakların başvuru süreci konusuna ya değinmez ya da üstün körü bir pazarlık devamında olasılık, risk ve fırsat analizi yapılmamış bir şekilde “fikri mülkiyet hakları” başlığı altında maddeler olarak sözleşmeye yansıtılır. Bu üstün körü yaklaşımın üç ana sebebi vardır. 1) Sanayi tarafının fikri mülkiyet hakları üzerinde bir talebi olsa bile bu talebi belli bir kurumsal strateji temeline oturmamakta ve daha ziyade “ne olur ne olmaz” yaklaşımını izlemektedir. 2) Çoğu üniversitemizde fikri haklar yönetim ofisi olmadığı gibi, fikri haklar ile ilgili belli bir politika izlenmemektedirlerdir. Ayrıca üniversitelerimizde fikri hakların proje anlaşamsının kapsamı dışında ayrıca tassaruf da bulunabilecek birer varlık olduğu ve dolayısıyla yönetilmesi gerektiği farkındalığı ya da bilgi birikimi henüz oluşmamıştır. 3) genellikle sanayi tarafı proje kapsamındaki tüm fikri hakların sözleşme kapsamında ve dolayısıyla sözleşme bedeli dahilinde olarak sanayi ye devir edilmesi gerektiğini düşünmektedir. Oysaki yukarıda da bahsettiğimiz gibi proje bedeli üniversitenin giderlerini yansıtmaktadır. Fikri haklar ise ayrıca müzakere edilmesi gereken ve herhangi bir şekilde (devir, lisans ya da feragat) sanayi ortağına transfer edildiği takdirde bedeli farklı bir müzakere sürecine tabi olması gereken üniversiteye ait entelektüel varlıklardır. Türkiye deki bir uygulamadan bir örnek vermek gerekirse, fikri mülkiyet ofisi ve kendine ait bir fikri haklar portföyü olan çok nadir üniversitelerden biri olan Sabancı Üniversitesi proje sözleşmelerindeki olası fikri mülkiyet çıktılarını kendi iç yönerge ve politikalarında belirlediği prensipler çerçevesine ayrıca müzakere etmektedir. Sabancı üniversitesi genel politika olarak fikri hakları sanayi ortağına devir etmemektedir ve Berlin Anlaşması[3] modelinden uyarladığı üç katmanlı analiz sonrası proje yapısına göre ya sanayi ortağına bedelsiz lisans vermek, ya proje ortağı ile olası lisans sözleşmesi ve royalty bedellini proje başlangıcında belirlemeyi ya da proje ortağına olası lisans hakları ile ilgili opsiyon hakkı tanıma yolunu seçmektedir.  Sabancı Üniversitesinin bu öngörülür modeli sayesinde ÜSİ süreçleri verimli ve profesyonel bir yönetim sayesinde iki stratejik ortağında entelektüel varlık yönetimine katkıda bulunduğu ve proje çıktılarının tarafların beklentilerinin aşarak iki taraf içinde getirilerin maksimize edilmesi sağlandığı görülmüştür.
Fikri mülkiyet hakları yönetim ofislerine sahip olmasalar da ÜSİ’yi verimli yöneten bu işbirliklerini araya proje yönetim birimlerine sahip Üniversitelerimizin sayısı gittikçe artmaktadır. Bununla beraber, üniversitelerin sunduğu imkânların değerini fark eden sanayi ortakları da hızla çoğalmaktadır. Dolaysıyla ülkemizde, olması gereken seviyenin altında olsa da, üniversiteden sanayiye teknoloji transferi gerçekleşmektedir. Bununla beraber, henüz Türkiye de bir lisans anlaşması ile üniversite fikri mülkiyetinin sanayiye aktarıldığı, benim bildiğim tek örnek Sabancı Üniversitesi tarafında gerçekleştirilmişidir. ABD’de üniversite-sanayi arasındaki lisans anlaşmalarının senelik 3.5 Milyar ABD doları çevresinde seyir ettiği hatırlandığı zaman ülkemizin bu konuda yetersiz kaldığı ortadadır.
Üniversitelerde lisans aktivitelerini teşvik etmek için var olan ar-ge teşvik programlarına paralelde üniversite-sanayi arasında gerçekleşecek lisans anlaşmaları getirileri için farklı bir vergilendirme yapısı getirilerek sanayinin teknolojik çözümler için yurt dışına bakmak yerine yerli üniversiteler ile stratejik ortaklık yapma yolunu tercih etmelerini sağlamalıdır. Bu çerçevede getirilebilecek muafiyetler bu yazının amaçları dışında kalmakla beraber devletin mikro yönetim yapmadan gerekli uygulama altyapıları sağlayarak Türkiye de ÜSİ’yi nasıl teşvik edebileceğinin güzel bir örneğidir.
Yukarıda da kısaca değindiğimiz üzere, ÜSİ’nin çok önemli üçüncü ayağı devlettir. Devlet, destek programları ile kamu fonlarını ÜSİ’nin teşvik edilmesi için kullanmalıdır. Bununla beraber, devletin en önemli görevi sürdürülebilir yapıların kurulması adına hukuki alt yapıyı kurmak olmalıdır. Verimli bir ÜSİ süreci en önemli etkenlerden biri Fikri Haklar mevzuatı ve bu hakların mülkiyetidir. ÜSİ de beklenen çıktılardan biri olan Patent hakları ülkemizde halen kanun hükmünde bir kararname ile düzenlenmektedir (KHK 551). Bu kararnamenin 41inci maddesinde üniversitelerde yapılan ar-ge çalışmalarının olası patent hakları o çalışmaları yapan öğretim görevlinse verilmiş olup öğretim görevlilerinin görevleri kapsamında yaptığı buluşlar “işçi buluşu” tanımın dışında tutulmuştur. “Hoca istisnası” dediğimiz bu yaklaşım ÜSİ için önemli bir engel teşkil etmektedir.  Genel olarak akademisyenler uzun ve pahalı bir süreç olan patent başvurusunu yönetmek istememekdedirler. Aynı zamanda akademisyen olası patentini lisanslama yolu ile sanayinin kullanımına açacak tecrübeye çoğu zaman haiz değildir. Bu yapı, üniversiteleri bir patent portföyü oluşturmak için teşvik etmediği gibi patent çıktısı olabilecek bir üniversite sanayi işbirliğinde sanayinin kiminle müzakere etmesi gerektiği konusunda karışıklıklara sebep vermektedir. Dünyada hoca istisnasını tanıyan ülke çok az kalmıştır. Bu çerçevede yine bir başarı hikâyesi olarak anabileceğimiz Almanya’nın 2002 senesinde hocalar istisnasını kaldırmış olduğuna dikkat çekebiliriz. KHK 551 ile ilgili yeni taslak metinde bu istisna kaldırılmıştır ancak bu metin henüz yürürlüğe girmemiştir.
Patent mevzuatı dışında başarılı bir ÜSİ altyapısını etkileyecek üniversitelerde Teknoloji Transfer Ofislilerinin kurulması,  teknoloji transfer yöneticileri sertifikasyonu gibi diğer olgular değişik kamu kurumlarında gündeme alınmaktadır. Ancak bu (değerli) çabalar çoğu zaman birbirinden bağımsız ve etkileşim olmadan kurgulanmaktadır. Bu çalışmalar devlet tarafından merkezi bir çatı altında genel politikalar kurgulamak üzere gündeme taşınmalıdır. Ayrıca bu tarz çalışmalarda devletin oynayacağı veya oynaması gereken rol çok dikkatli belirlenmelidir.  ÜSİ süreçlerinde gerek sanayi, gerek üniversite serbest piyasa prensiplerine göre çalışabilmeleri esastır.  Örneğin, üniversitelerde teknoloji transfer ofislerinin kurulması konusunda Devlet çalışmalarını bu yapıların teşvik edilmesi ve mümkün kalınmasına odaklanılmalıdır. Regülâsyon ve merkezi bir teftiş/denetim prensipleri altında kurulacak TTO'lar üniversitelerin, özelikle kamu ve özel üniversiteleri arasındaki bugünkü uygulama farkları göz önüne alındığında, kendi ihtiyaçlarına göre teknoloji transfer politikalarını kurgulamalarının önüne geçeceği gibi girişimci, esnek ve inovatif stratejiler takip etmesi gereken TTOların çoğu zaman içi boş idari ve bürokratik birimlere dönüşmesine sebep olması ihtimali çok yüksektir.
SONUÇ:
                Türkiye de üniversite - sanayi işbirliği ve fikri mülkiyet hakları ile artan farkındalığın yanında ülkemizin büyüyen ekonomisi ve bu ekonomik gelişmenin baş aktörleri başta KOBİ'ler olmak üzere sanayi şirketlerinin ihtiyaçları göz önüne alındığında ÜSİ süreççinde üniversite ve sanayi taraflarının kendi işbirliği modelleri ve beklentilerini gözden geçirerek sürdürülebilir ortaklıklar kurmalılardır. Türk üniversitelerinde birikmiş ama USİ veya entelektüel varlık stratejileri altında kullanılmayan muazzam bilgi ve teknik birikimi düşündüğümüzde gerek akademik dünya, gerek de sanayi ortakları için çok önemli bir fırsat vardır. Bu fırsatlardan faydalanabilmek için her şeyden önce ÜSİ taraflarının kendi iç yönetim modellerinde ve birbirlerine bakış açılarındaki bugüne kadar gelmiş paradigmalarını değiştirmeleri gerekir.  Devlet bu süreci destekleyecek alt yapıları kurmalı, teşvik programlarını birbirleri ile etkileşim halinde olabilecek yapılarda devam ettirmelidir.  Bununla beraber, devlet ÜSİ süreçlerini ve bu süreçlerde önemli rol oynayacak birer ara yüz olan TTO’ların devlet kontrolünde hantal idari birimler yapacak çalışmalardan kaçınmalıdır. Ancak gerek özel, gerek devlet üniversitelerinde TTO ara yüzlerinin kurulması kesinlikle teşvik edilmelidir. TTO ara yüzlerinde çalışacak vasıflı teknoloji transfer profesyonellerin gelişmesi için yurt dışındaki CLP (Certified Licensing Professional)  tarzı modellerin incelenerek bu vasıf ve sıfata sahip profesyonel yöneticilerin bir meslek gurubu olarak kabul görmesi sağlanmalıdır.


[1] Morrill Act’ kanun oluştuğu zamanda siyahlara açık olmadığı için günümüzde ne kadar demokratik olduğu sorgulanabilir. Ancak bu “demokratik” eksiklik illeri yıllarda kanuna yapılan değişiklikler ile düzeltilmiştir.
[2] AUTM (Association of University Technology Managers) Survey 2008
[3] Guidelines for cooperation between academic sector and industry: http://www.bmwi.de/English/Redaktion/Pdf/sample-agreements-for-research-and-development-cooperation,property=pdf,bereich=bmwi,sprache=en,rwb=true.pdf

Wednesday, July 6, 2011

IAM: TOOL FOR ECONOMIC GROWTH FOR EMERGING ECONOMIES

In countries where technology transfer in the context of industry-university collaboration is an established part of innovative-economic ecosystem, we have observed that effective technology transfer mechanisms have real and quantifiable impact on creating a technology based global competitive advantage for national businesses. This dynamism not only fosters further cutting edge R&D activities but also contributes in a very substantial way to macro economic metrics. Indeed, technology transfer activities seem to impact large corporation strategies as well as SMEs and Universities alike and in one single swoop micro level benefits are transformed into national benefits: wealth creation, job creation and sustainable innovation based economic ecosystem.

As the business world is embracing open innovation with the heretofore internalized main R&D activities of technology intensive companies being outsourced to SMEs with specialized knowledge, universities and research institutions technology transfer is gaining new grounds. In addition, with the increase of cross border collaborations new countries are finding an opportunity to find themselves a place on the map of technology producing countries with niche applications. Thus technology producing companies and institutions in emerging nations should be, at least technically, able to compete with their counterparts in countries with a more established technology, innovation and technology transfer culture.

However, what any technology transfer/licensing professional operating either within an emerging economy or often works with one, notices very quickly is that creating or having the ability to create cutting technology and applications is not sufficient to create a viable technology transfer ecosystem with a focus on maximizing and managing intellectual assets.  In addition to experienced licensing professionals who can engage their foreign counterparts on equal professional terms emerging countries also need look internally and improve industry-university collaboration in order to transform basic research into applied research, and early stage technologies into commercially applicable technologies. In order to shift from traditional capital/efficiency based economy into information based economy, it is crucial that emerging economies learn to maintain and control the “value added” effects of technological innovation, create, manage and maximize intellectual assets and promote licensing activities.

In order to foster technology transfer, emerging economies must foster technology transfer within the country by promoting efficient industry-university cooperation, in doing so focus should be given to SMEs. SMEs tend to be the main engine of a sustainable economy and there is data that suggests that a strong SME ecosystem will reduce the impact of global economic crisis as we have seen very recently. In addition, it is also suggested an intellectual asset maximization focused technology transfer policies are efficient tools to manage economic crises.

Thus, IAM should not only a tool to be embraced by large corporations but also by SMEs and University technology offices.

Very often a SMEs most valuable and probably underutilized asset is its IP portfolio along with the technical know how that makes the implementation of the said IP possible. While it may appear that the SME is properly utilizing its intellectual asset portfolio as its core business is likely to be centred around it. The experience shows that most SMEs lack the experience to leverage its IA as a tool of maximization and risk management. A simple strategic partnership via a basic licensing operation will have a relatively early impact on the company’s cash flow thus allowing SME to negotiate better terms in the event financing is sought in the form of risk capital and arguably positively impact the company’s IPO further down the road.

IAM for universities and research institutions is a bit of a different animal but the same principles apply. IAM at Universities should be the topic of another discussion but IAM at Universities will start from properly managing IP disclosures and implementing patenting decisions with a commercial outlook to managing universities often underutilized or simply ignored assets such the substantial know how of its faculty (and students) and other IP such as copyrights (not related to software) and its reputation. A university abounds with potential business ideas and licensing opportunities beyond the faculties of science and engineering that university technology transfer professionals traditionally focus on. An IAM professional will have to keep a close eye on the seemingly unrelated academic activities of the university to identify potential areas of synergy and opportunities while building a strong network of industrial contacts for more turn of the mill licensing activities.

As we have seen above and in the context of this article, a properly managed university technology transfer office with a IAM focus will lead to important industry university collaborations that should lead to technology transfer deals.  Looking at Turkey, I propose that universities are a great place to built awareness on IAM and technology transfer for the benefit of the national ecosystem as a whole. If Turkish universities willingly embrace this role, their critical role as an engine of economic growth will be undeniable.

Tuesday, June 28, 2011

WHAT THE HECK IS A "CIPO"?

During a recent class at the Law School where I teach Intellectual Property Law, I asked my students what CIPO was or whether they have ever heard of the term.
Not surprisingly I had several blank looks, and not one single correct answer. I told my students not to worry too much if this was news to them. I had similar reaction at many board level meetings where I tried to explain what or rather who CIPO is. CIPO is not an operating system (one of the answers proposed by my students, nor a protocol robot from the Star Wars series, again one of the rather creative answers).
CIPO is a person. A person who sits in a mysterious world between the tangible and the intangible. Yet CIPO is not a character from Tolkien either.
CIPO is a C-level position that is becoming increasingly common among leading technology companies in world’s leading economies. CIPO stands for Chief Intellectual Property Officer. As such a CIPO occupies an officer position on top of the company’s organization chart along with other C-Level positions more widely known such as CEO (Chief Executive Officer), CTO (Chief Technology Officer), CFO (Chief Financial Officer), etc.
It is generally suggested that a CIPO is responsible for the management of his/her employers intellectual assets. To put it otherwise, (s)he is responsible for the intellectual asset management (IAM). Intellectual assets, unlike real assets do not have any physical substance and are derived from the human intellectual activity. If the results of this intellectual activity can be identified and then harnessed by a company (ie: company exercise control and ownership of the identified results) they are then the intellectual assets of a company. Generally speaking, intellectual assets are divided in two broad categories: i) intellectual assets that are subject to registration (ie: patents, trademarks, copyrights, otherwise referred to as intellectual property (“IP”)); and ii) intellectual assets that are not subject to registration (ie: know-how, show-how, good will, customer relations, etc). As a broad group of assets, IA and process that produce IA such as R&D and marketing activities need to be managed and maximized. The person who manages IA and aligns such strategies with the corporate long term goals, vision and strategy are the CIPO of that particular corporation provided that the corporation recognizes such a c-level position.
I note that in Turkey the idea of “CIPO” is not yet recognized although the Turkish economic ecosystem will certainly justify a shift of corporate management to IP / IA management. The closest I have seen so far in Turkey are IP or IP portfolio manager positions created within R&D intensive corporations. These positions are often organized within the R&D department and are not c-level positions as they tend to report to the director of R&D programs. Their functions are very often limited to monitoring and managing IP, more specifically patent applications and portfolios. As such, their duties directly depend on the R&D strategies and output of such strategies as opposed to managing and leading R&D activities. More importantly their success metrics are often measured by the number of patent applications as opposed to value of any patent application can generate for the corporation in terms of competitive advantage and licensing opportunities.

As a CIPO has to be a strategist first, Turkish IP managers cannot fulfill the CIPO duties as the title requires. Indeed, whatever strategic freedom they have, is limited by the R&D, marketing and other considerations decided elsewhere within the business organization. Thus, IP managers operating under a R&D department are unable to explore pro-active IA maximization strategies. Rather, they role is reactive and dependant on decisions and output of other units on which they have at best limited control or influence.

This blog is being launched on the general premise that i) most companies, especially technology focused ones, have intellectual assets that need to be identified and maximized; ii) this asset maximization requires creation, identification and implementation of new corporate strategies, and iii) these strategies requires a c-level position with the accompanying roles and responsibilities clearly spelled out.

Turkish companies, especially those who claim to be innovative on a global scale, need to internally but swiftly conduct this paradigm shifting exercise. As Turkish economy is struggling to catch the wave of the information based economy, companies who don’t follow global trends and accordingly shift their somewhat classic outlook on the  corporate management will without a doubt either perish or will be forced by global actors and local (more flexible) competitors to painful and radical changes. It is time for Turkish business to jump the curb and adopt and adapt to the new way of doing business, globally!

Turkish ecosystem thus needs: junior to mid level IP and IA strategists and qualified licensing professionals to strengthen the bottom of the organizational pyramid. There must also be a “pull effect” as corporations recognize the need for such professionals and integrate these concepts into their HR and recruiting strategies. The pull effect must be enforced as corporations increase their awareness and knowledge by grouping qualified professionals under the management of a c-level position. The government can and should play a leading role by creating new incentives such as tax breaks for licensing activities and shifting some of the public funds and grants from R&D focused programs to IA focused incentives of SMEs and larger corporate entities.

This blog will aim to explore the state of Turkish ecosystem as Turkish business will need to come to terms with the changing way of doing business on global scale and identify strategies and methodologies of incorporating now generally accepted concepts of IA management to Turkish realities.